Ben bu metni ‘https://undsci.berkeley.edu/article/whatisscience_01’
bağlantı adresindeki metinleri ve Yahya Sezai Tezel hocamla yaptığım
konuşmaları kullanarak yazdım.
Bir akademik alanda faaliyet için
bu alanın varlık alanın özellikleri ve alanın bilgisinin özelliklerinin
bilinmesi gerekir, bunların bilinmesi o alanda kullanılacak yöntemler ve
üretilen bilgiyle ne yapılacağı konusuna ışık tutar. Varlık alanının
özellikleri onun bilgisinin özelliklerini etkiler, ontoloji ile epistemoloji
arasında etkileşim vardır. Her bilgi aynı özelliklere sahip değildir ve her
bilgi bilimsel değildir.
Günümüzde, akademik alanlar temel
olarak doğa bilimleri ile sosyal bilimler olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tarih,
bir sosyal bilim olarak kabul edilir. Türkçede sosyal bilim, İngilizcede social
‘science’, Fransızcada ‘science’ social ve Auguste Comte’un ‘sosyal fizik’ kullanımı
doğa bilimleri ile sosyal ‘bilimler’ arasında bir benzerliğe işaret eder. Bu,
yaygın bir yanlış kullanımdır.
‘’Aslına bakılırsa, konu, kapitalist üretimin doğal
yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede
gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir,
kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.
Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak
kendi geleceğinin imgesini gösterir…Bir toplum, kendi hareketinin doğal
yasalarını ortaya çıkarmak için doğru yola girmiş olsa bile —bu yapıtın son amacı
da, zaten modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmaktır— bu
toplum, normal gelişmesinin birbirini izleyen aşamalarının ortaya koyduğu
engelleri, ne gözüpek sıçrayışlarla temizleyebilir, ne de meşru yasalarla
ortadan kaldırabilir. Ancak doğum sancılarını kısaltabilir ve azaltabilir.’’(
Kapital 1. Cilt, Almanca 1. Baskıya Önsöz, sf. 17, Marks)
Yukarıdaki alıntılarda Karl Marks,
nasıl gök cisimlerinin tabii olduğu fizik kuralları varsa, tarihin ve toplumun
da ‘kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen’ hareket kuralları
olduğunu söyleyerek fizik ile tarih alanlarının bu anlamda benzer olduğuna
işaret eder. ‘’A, B’ye benzerdir.’’ önermesini değerlendirmek için, A’nın
ayırıcı özelliklerinin bilinmesi gerekir. Fizik biliminin ayırt edici
özelliklerini bilmeden sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı meselesi konuşulamaz.
Bilimin eksiksiz bir tanımının
yapılması güç olmasına karşın, bilimin ayırıcı özellikleri hakkında
konuşulabilir. Öncelikle bilim, hem varlıkla ilgili bir önermeler kümesi hem de
bu bilgilerin üretilmesinde izlenilen süreçtir. Her açıdan aynı özellikleri
göstermeseler de her tür bilim onları bilim kılan ortak noktalar paylaşır.
İlk olarak, bilim, doğal dünyayı
odak noktasına alır ve onu açıklamaya çalışır. Bilimsel araştırmalar,
genellikle katı bir şemayı takip ederek yapılmaz ama hipotezlerin veya
‘sınanabilir’ fikirlerin varlığının zorunluluğu ve kanıtlar hayati önemdedir.
Sınanabilirlik ve
yanlışlanabilirlik, aynı zamanda bilim felsefesi alanına büyük katkı yapmış
Karl Popper için de merkezdedir. Popper’a göre her bilimsel önerme kuramsal
olarak yanlışlanabilir olmak durumundadır. Yanlışlanabilirliğin önemini Freud
ve Einstein’ın teorilerini karşılaştırarak anlatır. Einstein’ın teorileri
oldukça risklidir, bu teorilerden çıkarılacak sonuçlarla Einstein’ın tüm
teorisini çökertmek mümkündür. Einstein, ışığın uzaydaki yolculuğuyla ilgili
ortaya çıkaracaklarına bağlı olarak genel görecelilik teorisini çökertebilecek
bir güneş tutulmasını beklemiştir. Freud’un psikanalizi ise teorik olarak
yanlışlanamazdır. Freud, çocukluğun insan üzerinde büyük bir etkisi olduğu
önermesini ortaya atmıştır. Bir insan diğer insanlarla yakınlaşmakta sıkıntı
çekiyor ise Freud bunu hem bu insanın çocukluğunda ‘fazla’ sevildiğine hem de
yeterli düzeyden ‘az’ sevildiğine bağlayabilmiştir. Freud, geçmiş verileri her
seferinde farklı yorumlayarak teorisini destekleyebilmiştir.
Nitekim,
fizik gibi doğa bilimleri, sınanabilir, yanlışlanabilir fikirlerle ilerler,
kanıtlara dayanır ve teoriler yanlışlanamadığı sürece kabul görür, yanlışlama
ilerleme için hayatidir ve ilerleme, bilginin birikimine bağlıdır.
Tarihin
konusu ise, insanın başına gelenler ve yaptıklarıdır. Buzul Çağı’nın bitmesi
insanın başına gelen bir şey iken, Tarım Devrimi insanın yaptığı bir şeydir.
İnsanın başına gelenler ile yaptıkları arasında karşılıklı etkileşim vardır.
Dolayısıyla, Consilience adlı eserinde Wilson’ın vurguladığı gibi, tarihçi,
insanın ve insanın yaşadığı ortamın fiziki özelliklerini ve insanın başına
gelenleri bilmek zorundadır. Öte yandan, insanın yaptıkları olumsaldır; yani ne
olanaksız ne de kaçınılmazdır. Buna verebileceğimiz örnekler, Avustralya
Aborjinleri’nin Tarım Devrimi’ni gerçekleştirmemesi veya Amerika Kıtalarının
yerlilerinin tekerleği hiçbir zaman icat etmemesine rağmen karmaşık toplumsal
ilişkiler geliştirmesi olabilir. Bu olaylar bir boşlukta gerçekleşmez fakat
neden o şekilde gerçekleştiler veya başka bir şekilde gerçekleşemezler miydi
gibi sorular sınanabilir önermelerle cevaplanamaz.Ayrıca, sosyal bilimlerde
ortaya atılan önermelerin kendileri de insanın ve toplumun davranışı ile bir
etkileşime girer. Homo Deus adlı eserinde Harari bunu vurgulamıştır; ‘İnsan
gelişimi insanın öngörülerine tepki verir.’ İktisat teorisinde kabul edildiği
üzere, beklentiler insan davranışını ve alınan sonuçları etkiler, insan
davranışı değişirse iktisadi teoriler de geçerliliğini yitirebilir.
Tüm bahsettiklerimizin
ışığında, tarihin yanlışlanabilir fikirlerle yapılamamasından, tarihte fizik
bilimindeki gibi bir ‘ilerleme’den bahsedilemeyeceğinden , tarihte ortaya atılan
öngörülerin insan davranışını değiştirebilme potansiyelinden ve tarihin konusunun varlık alanın özelliklerinin fiziğin konusunun varlık alanın
özelliklerinden farklı olmasından dolayı iki alandaki bilginin özelliklerinin de
farklı olduğu sonucuna varıyoruz.
MEHMET
GÖKSU KAYAALP
No comments:
Post a Comment