Thursday, November 29, 2018

BİLİM KANUNLARI VE ETİK KANUNLARI- ALBERT EINSTEIN

Einstein'in "bilimsel yasalar" ve "ahlaki normlar" hakkındaki kısa ve önemli yazısını Türkçe'ye çevirdik. Hizmetinize sunuyoruz.
Readings in the philosophy of science
by Feigl, Herbert, ed; Brodbeck, May, joint ed
Publication date 1953
de yayınlanan ‘The Laws of Science and the Laws of Ethics’ yazısı.
Çevirenler MEHMET GÖKSU KAYAALP, YST.
BİLİM KANUNLARI VE ETİK KANUNLARI
Bilim, onu bulmaya çalışan kişiden bağımsız olarak var olan ilişkileri bulmaya çalışır. Bu hem insanın kendinin bilimin konusu olduğu durumlarda geçerlidir, hem de bilimsel ifadelerin insan tarafından yaratılan kavramlar olduğu matematikte. Böyle kavramlar dış dünyadaki herhangi bir cisme tekabül etmek zorunda değillerdir. Fakat, tüm bilimsel ifadeler ve kanunların ortak bir noktası vardır; ya doğrudurlar ya da yanlıştırlar (kifayetli ya da kifayetsiz). Diğer bir deyişle, onlara ya ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyebiliriz.
Bilimsel düşünmenin bir özelliği daha vardır. Mantıklı ve kendi içinde tutarlı sistemlerini üzerine kurduğu kavramlar duygu ifade etmezler. Bilim insanı için, sadece ‘varlık’ vardır, dilek, değer biçmek, iyi, kötü ya da kısacası bir nihai amaç yoktur. Bilimin sahasında kaldığımız sürece ‘Yalan söylemeyeceksin.’ şeklinde bir cümleye rastlayamayız. Hakikati arayan bir bilim insanında bir sofununkine benzer bir sınırlama vardır; duygusal ve istençcil (voluntaristic) ne varsa ondan kaçınır. Bu vesileyle belirtilmeli ki bu özellik Batı düşüncesine has yavaş bir gelişimin sonucudur.
Bu denilenlerden yola çıkılarak mantık ile etiğin birbirinden ilgisiz konular olduğu düşünülebilir. Gerçekten de olguların ve ilişkilerin bilimsel ifadelerinden etik kuralları çıkartılamaz. Fakat, etik kuralları, mantıksal düşünme ve deneysel bilginin yardımı ile rasyonel ve tutarlı hale getirilebilir. Birkaç etik önermesi üzerinde uzlaşırsak ve bu varsayımları yeterince açık bir biçimde ifade edersek, bunlardan başka önermeler çıkarabiliriz. Bu tip önermeler, matematikte aksiyomların gördüğü işleve benzer bir işlev görür etikte.
İşte tam da bu yüzden ‘Neden yalan söylememeliyiz?’ gibi soruların anlamsız olmadığını düşünürüz. Bu tip sorular anlamlıdır çünkü bu tarz tartışmaların tümünde açıkça söylenmese de, [arka planda sorgulanman] doğru sanılan bazı etik önermeler vardır. Tartışma konusu olan etik önermenin izini sürüp dayandığı temel varsayımı bulunca memnun oluruz. Yalan söylememe örneğinde, iz sürme işi şu şekilde yapabilir; Yalan söylemek başkalarının söylediklerine olan güvenimizi yok eder. Bu tarz bir güvensizlik durumunda ise, toplumsal iş birliği güçleşir hatta imkânsız hale gelir. Ne var ki böyle bir iş birliği insan hayatını mümkün ve çekilebilir kılmak için olmazsa olmazdır. Nitekim, ‘Yalan söylemeyeceksin.’ ifadesinin dayandığı temeller ‘İnsan hayatı korunacaktır’ ve ‘Acı ve keder mümkün olduğu kadar azaltılacaktır’ diye ifade edilebilir.
Fakat bu tip etik aksiyomların kökenleri nedir? Keyfi midirler? Sadece otoriteye mi dayanırlar? İnsan deneyimlerinden mi kaynaklanırlar ve dolaylı bir şekilde bu deneyimlere mi bağlıdırlar?
Saf mantık açısından bütün aksiyomlar keyfidir, etik aksiyomları da dahil. Öte yandan, bu aksiyomlar, psikolojik ve genetik açıdan bakılacak olursa hiç de keyfi değillerdir. Bizim doğuştan gelen acıdan ve yok olmaktan kaçınma güdülerimizden ve karşımızdakinin davranışına olan duygusal tepki birikimimizden gelirler.
Bazı ilham almış bireylerin, İnsanların kendi kişisel duygusal tecrübelerinin büyük kitlesi içine gömülmüş olarak kabul edecekleri kadar kapsayıcı ve iyi temellendirilmiş etik aksiyomları öne sürmeleri ile ifade edilmiş [olan şey] insan’ın moral dehasının [ona verdiği] ayrıcalıktır. Etik aksiyomları, keşfediliş ve sınanış açısından bilimsel aksiyomlardan çok da farklı değillerdir. Hakikat, deneyimin sınavından geçebilendir.
Yazan: ALBERT EINSTEIN

Saturday, November 24, 2018

SOSYAL BİLİMLER DENİLEN DİSİPLİNLER VE TARİHÇİLİK BİLİM MİDİRLER?

Ben bu metni ‘https://undsci.berkeley.edu/article/whatisscience_01’ bağlantı adresindeki metinleri ve Yahya Sezai Tezel hocamla yaptığım konuşmaları kullanarak yazdım.

Bir akademik alanda faaliyet için bu alanın varlık alanın özellikleri ve alanın bilgisinin özelliklerinin bilinmesi gerekir, bunların bilinmesi o alanda kullanılacak yöntemler ve üretilen bilgiyle ne yapılacağı konusuna ışık tutar. Varlık alanının özellikleri onun bilgisinin özelliklerini etkiler, ontoloji ile epistemoloji arasında etkileşim vardır. Her bilgi aynı özelliklere sahip değildir ve her bilgi bilimsel değildir.
Günümüzde, akademik alanlar temel olarak doğa bilimleri ile sosyal bilimler olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Tarih, bir sosyal bilim olarak kabul edilir. Türkçede sosyal bilim, İngilizcede social ‘science’, Fransızcada ‘science’ social ve Auguste Comte’un ‘sosyal fizik’ kullanımı doğa bilimleri ile sosyal ‘bilimler’ arasında bir benzerliğe işaret eder. Bu, yaygın bir yanlış kullanımdır.
‘’Aslına bakılırsa, konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir. Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir…Bir toplum, kendi hareketinin doğal yasalarını ortaya çıkarmak için doğru yola girmiş olsa bile —bu yapıtın son amacı da, zaten modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmaktır— bu toplum, normal gelişmesinin birbirini izleyen aşamalarının ortaya koyduğu engelleri, ne gözüpek sıçrayışlarla temizleyebilir, ne de meşru yasalarla ortadan kaldırabilir. Ancak doğum sancılarını kısaltabilir ve azaltabilir.’’( Kapital 1. Cilt, Almanca 1. Baskıya Önsöz, sf. 17, Marks)
Yukarıdaki alıntılarda Karl Marks, nasıl gök cisimlerinin tabii olduğu fizik kuralları varsa, tarihin ve toplumun da ‘kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen’ hareket kuralları olduğunu söyleyerek fizik ile tarih alanlarının bu anlamda benzer olduğuna işaret eder. ‘’A, B’ye benzerdir.’’ önermesini değerlendirmek için, A’nın ayırıcı özelliklerinin bilinmesi gerekir. Fizik biliminin ayırt edici özelliklerini bilmeden sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı meselesi konuşulamaz.
Bilimin eksiksiz bir tanımının yapılması güç olmasına karşın, bilimin ayırıcı özellikleri hakkında konuşulabilir. Öncelikle bilim, hem varlıkla ilgili bir önermeler kümesi hem de bu bilgilerin üretilmesinde izlenilen süreçtir. Her açıdan aynı özellikleri göstermeseler de her tür bilim onları bilim kılan ortak noktalar paylaşır.
İlk olarak, bilim, doğal dünyayı odak noktasına alır ve onu açıklamaya çalışır. Bilimsel araştırmalar, genellikle katı bir şemayı takip ederek yapılmaz ama hipotezlerin veya ‘sınanabilir’ fikirlerin varlığının zorunluluğu ve kanıtlar hayati önemdedir. 
Sınanabilirlik ve yanlışlanabilirlik, aynı zamanda bilim felsefesi alanına büyük katkı yapmış Karl Popper için de merkezdedir. Popper’a göre her bilimsel önerme kuramsal olarak yanlışlanabilir olmak durumundadır. Yanlışlanabilirliğin önemini Freud ve Einstein’ın teorilerini karşılaştırarak anlatır. Einstein’ın teorileri oldukça risklidir, bu teorilerden çıkarılacak sonuçlarla Einstein’ın tüm teorisini çökertmek mümkündür. Einstein, ışığın uzaydaki yolculuğuyla ilgili ortaya çıkaracaklarına bağlı olarak genel görecelilik teorisini çökertebilecek bir güneş tutulmasını beklemiştir. Freud’un psikanalizi ise teorik olarak yanlışlanamazdır. Freud, çocukluğun insan üzerinde büyük bir etkisi olduğu önermesini ortaya atmıştır. Bir insan diğer insanlarla yakınlaşmakta sıkıntı çekiyor ise Freud bunu hem bu insanın çocukluğunda ‘fazla’ sevildiğine hem de yeterli düzeyden ‘az’ sevildiğine bağlayabilmiştir. Freud, geçmiş verileri her seferinde farklı yorumlayarak teorisini destekleyebilmiştir.
            Nitekim, fizik gibi doğa bilimleri, sınanabilir, yanlışlanabilir fikirlerle ilerler, kanıtlara dayanır ve teoriler yanlışlanamadığı sürece kabul görür, yanlışlama ilerleme için hayatidir ve ilerleme, bilginin birikimine bağlıdır.
            Tarihin konusu ise, insanın başına gelenler ve yaptıklarıdır. Buzul Çağı’nın bitmesi insanın başına gelen bir şey iken, Tarım Devrimi insanın yaptığı bir şeydir. İnsanın başına gelenler ile yaptıkları arasında karşılıklı etkileşim vardır. Dolayısıyla, Consilience adlı eserinde Wilson’ın vurguladığı gibi, tarihçi, insanın ve insanın yaşadığı ortamın fiziki özelliklerini ve insanın başına gelenleri bilmek zorundadır. Öte yandan, insanın yaptıkları olumsaldır; yani ne olanaksız ne de kaçınılmazdır. Buna verebileceğimiz örnekler, Avustralya Aborjinleri’nin Tarım Devrimi’ni gerçekleştirmemesi veya Amerika Kıtalarının yerlilerinin tekerleği hiçbir zaman icat etmemesine rağmen karmaşık toplumsal ilişkiler geliştirmesi olabilir. Bu olaylar bir boşlukta gerçekleşmez fakat neden o şekilde gerçekleştiler veya başka bir şekilde gerçekleşemezler miydi gibi sorular sınanabilir önermelerle cevaplanamaz.Ayrıca, sosyal bilimlerde ortaya atılan önermelerin kendileri de insanın ve toplumun davranışı ile bir etkileşime girer. Homo Deus adlı eserinde Harari bunu vurgulamıştır; ‘İnsan gelişimi insanın öngörülerine tepki verir.’ İktisat teorisinde kabul edildiği üzere, beklentiler insan davranışını ve alınan sonuçları etkiler, insan davranışı değişirse iktisadi teoriler de geçerliliğini yitirebilir.
            Tüm bahsettiklerimizin ışığında, tarihin yanlışlanabilir fikirlerle yapılamamasından, tarihte fizik bilimindeki gibi bir ‘ilerleme’den bahsedilemeyeceğinden , tarihte ortaya atılan öngörülerin insan davranışını değiştirebilme potansiyelinden ve tarihin konusunun varlık alanın özelliklerinin fiziğin konusunun varlık alanın özelliklerinden farklı olmasından dolayı iki alandaki bilginin özelliklerinin de farklı olduğu sonucuna varıyoruz.

                                                                                                MEHMET GÖKSU KAYAALP

Thursday, November 22, 2018

CONSILIENCE KİTAP TANITIM YAZISI

CONSÄ°LÄ°ENCE ile ilgili görsel sonucuTarih, sosyoloji ve psikolojinin kesiştiği alanda doktora yapmayı düşünmekteyim. Yahya Sezai Tezel hocamdan ilk olarak bir arkadaşım vasıtasıyla haberdar oldum, uzun bir süre Facebooktaki paylaşımlarını takip etmekle beraber Kapılanma Kültürü ve Demokrasi ve Transformation of State and Society in Turkey adlı kitaplarını okudum. Sonrasında danışmak ve tanışmak amacıyla kendisiyle irtibata geçtim, o da bana bu amacım doğrultusunda yol göstermeye karar verdi. Kendisine çok minnettar olduğumu belirtmek isterim. Yaklaşık olarak iki aydır konuşmaktayız ve bana çalışmayı istediğim alan ile ilgili bir okuma planı yaptık. Okumam gereken ilk kitap Consilience: The Unity of Knowledge idi ve bu yazı hocamın benden kitapla ilgili yazmamı istediği yazıdır.
                                    
CONSILIENCE KİTAP TANITIM YAZISI
Adı: Consilience: The Unity of Knowledge
Sayfa Sayısı: 384 sayfa
          Yayıncı : Abacus; New Ed edition (4 Kasım. 1999)
Dil: İngilizce
ISBN-10: 9780349111124
ISBN-13: 978-0349111124
ASIN: 034911112X
Ebat: 12.6 x 2.4 x 19.6 cm


Geçtiğimiz haftalarda Amerikalı biyolog Edward Osborne Wilson’ın Consilience: Unity of Knowledge adlı kitabını okudum, kitap ilk olarak 1998 yılında yayımlanmış olmakla beraber benim okuduğum edisyon ise Abacus yayınevi tarafından 1999 yılında yayınlanmış ve henüz Türkçe ye çevrilmemiş. Kitabın adındaki consilience kelimesi Latince kökenli olup, uzlaşma veya uygunluk anlamında kullanılmış. Açmak gerekirse; çeşitli yöntemlerle varılan sonuçların aynı olması manasına geliyor ve sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasında bir uzlaşının iki tarafın da bilgi üretimine yapacağı katkıya vurgu yapıyor. Aslında bir Aydınlanma projesi olan bu uzlaşının uygulanmasının zamanı geldiğini savunuyor. Bu etkileyici kitap 1998 yılında yazılmış olmasına rağmen birçok yönden günümüze ve geleceğe ışık tuttuğu kanaatindeyim. Akıcı bir dille yazılmış ve ele aldığı konular tüm insanlığı yakından ilgilendiren, tartışılması gereken hayati konular olduğunu düşünmekteyim.
Öncelikle, kitabın ana eleştirisi olan bu kopukluğun görece yeni bir şey olduğu anlatılmaktadır . Bilim ve düşünce tarihine bakacak olursak, uzmanlaşmanın olmadığı ve akademik disiplinlerin kurumsallaşmadığı zamanlarda, Antik Yunanda her şey felsefenin konusuydu ve bir entelektüel birden fazla konuyla, beşerî ve doğa bilimleriyle aynı anda ilgilenebilmekteydi. Nitekim, Aristo hem fizik üzerine hem de etik ve politika üzerine yazmıştır. Bilimsel Devrim ve Aydınlanma sonrasına kadar büyük oranda bu böyle gitmiştir ve Rönesans adamı denilen insanların varlığı mümkün olmaya devam etmiştir. Aydınlanma sürecinde özellikle doğa bilimlerinde olan bilgi sıçramasıyla birlikte uzmanlaşma ve kurumsallaşma artmış ve doğa ve beşerî bilimler arasındaki ayrım da keskinleşmiştir.
            Burada insanlığı karşısına şu sorular çıkmıştır; Bilgi nedir? Bilgi üretme yöntemleri nelerdir? Aydınlanma da geliştirilen yöntemlerle elde edilen bilimsel bilgi beşerî bilimlerde de bilgi üretmek için kullanılabilir mi?  Aydınlanmadan bu yana kullanılan bilimsel yöntem ise gözlem, deney , tümevarım, hipotez üretme ve çürütmeyi içermektedir. Bu yolla üretilen muazzam bilgi insanlığa güven vermiş ve bunun beşerî bilimlerde kullanılması projesi gündeme gelmiştir. Fakat bu proje, büyük oranda o dönemki bilgi birikiminin azlığından ve dolayısıyla doğa bilimlerinin beşerî bilimlere katkı potansiyelinin de az olmasından dolayı başarısız olmuş ve buna tepki olarak Romantizm gibi hareketler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, günümüze değin artan uzmanlaşma dolayısıyla akademide parçalanma artmış, beşerî ve doğa bilimleri adeta farklı kültürler haline gelmiş ve birbirileriyle aynı dili konuşamaz olmuşlardır.
            Wilson, bu birleşmenin artık mümkün olduğunu, gerekli olduğunu ve muazzam kazançları olduğunu savunurken, doğa bilimcilerine ve sosyal bilimcilere getirdiği ana eleştiri ise akademide aşırı uzmanlaşma ve ideolojik sebeplerden dolayı, birbirileriyle iş birliği yapmamaları ve dolayısıyla insanlığın büyük bir bilgi sıçraması potansiyelinden mahrum kalmasıdır. Sosyal bilimciler, doğa bilimlerini yok varsayarak çalışmalar yürütürken, doğa bilimciler ise sosyal ve beşerî bilimlerden öğrenecek bir şeyleri yokmuş gibi hareket etmekteler, bu bazı alanlarda yavaş yavaş aşılmaya başlanılmış olsa da (şu an için yavaş da olsa uzlaşmaya doğru bir gidişattan bahsedilebileceği kanaatindeyim) genel olarak bu kayıtsızlık, bazı durumlarda da husumet ve küçümseme sürmektedir. Wilson, sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasında kapanamayacak bir ayrımın olmadığını savunup, ikisinin arasındaki sınırı iki taraftan da keşfedilmemiş bir arazi parçası metaforu ile açıklamaktadır.
            Sonrasında ise, doğa bilimlerindeki manasıyla beşerî bilimlerde bilimsel bilgi üretilip üretilemeyeceği meselesi ele alınmaktadır kitapta. Bu manasıyla bilimsel bilginin temeli yanlışlanabilirliktir ve bilimsel bilginin hangi koşullarda yanlışlanabilir olacağı belli olmalıdır. Bu tarz bir bilginin beşerî bilimlerde üretilmesinin imkânı ile ilgili önemli bir mesele ve aynı zamanda iki alan arasındaki ana kesişim noktalarından biri; kültür, genetik ve bu ikisinin arasındaki karmaşık etkileşimdir. Ana hatlarıyla söylenilen doğa bilimleri ve beşeri bilimlerin arasındaki uzlaşının ikisinin de tek bir gerçekliği, evreni ve insan doğasını incelemesinden hareketle aynı zamanda doğal bir uzlaşı olduğudur, dolayısıyla ; sosyoloji, antropoloji ve iktisat gibi sosyal bilimler insan davranışlarını incelerken, insan davranışında etkili olan insan vücudu ve beyni de fizik kurallarına tabii ve içinde kimyasal süreçler gerçekleşen yapılardır, doğal seçilim sonucu belirli bir yöne doğru evrimleşmişlerdir; beyin genlerden gelir, bilinç beyinden gelir, kültür ise bilinçli akıllardan doğar. Kitaptan bir örnek verecek olursak, insanların yılanlara karşı doğal bir çekingenliği, korkusu ve değişik bir hayranlığı vardır (bu genlerimiz tarafından belirlenir) fakat yılanlara çeşitli kültürlerde bir yere kadar benzer de olsa biraz farklı anlamlar yüklenmiştir. Özetle, genetik insan davranışını belirli bir yöne iter , ama başka etkenler sebebiyle genetik kodların yansıması yerelde farklılaşır.
O halde bundan hareketle, kuramsal düzeyde konuşacak olursak, insan genetiği ve evriminin hangi koşullarda gerçekleştiği hakkında eksiksiz bilgiye sahip olunduğunda insan davranışının itaat ettiği evrensel, yanlışlanabilir kurallar ortaya çıkarılabilir mi? Bunların yardımıyla gelecek için tahminlerde bulunabilir mi? İnsan evrimi bilimin yardımıyla istenilen yönde gerçekleştirilebilir mi? Kaçınılmazlıklar var mıdır yoksa beşerî bilimlerin konuları tesadüfi, olumsal (contingent) mıdırlar? İşte bu temel meseledir ve doğa bilimcilerinin de sosyal bilimcilerin de birbirinden öğrenecek çok şeyi vardır, birbirlerini yok sayarak hareket etmeleri büyük bir emek israfına yol açmaktadır.


MEHMET GÖKSU KAYAALP

THE VW SCANDAL AND THE GERMAN MODEL OF CAPITALISM

https://www.ft.com/content/47f233f0-816b-11e5-a01c-8650859a4767 The article that is referenced in the essay can be accessed through the ...